Artık rutine bağlamış olduğum yaz okuluna kalma becerisini gittikçe geliştiriyordum. Her yaz, yaz okuluna kalışım bir öncekinden daha sansasyonel gerçekleşiyor, adeta bir işkenceye dönüşüyordu. Üst üste yığılan anlamsız tonlarca dersin arasından her seferinde bir şekilde sıyrılmam büyük bir beceriydi. Ama iyi ama kötü, netice ne olursa olsun yaz okulunun sonunu her seferinde güzel bir geziye bağlamak şu yıllarda yapabildiğim en iyi şey olsa gerek.
Üniversitemin para politikasından kurtulur kurtulmaz yaptığım ilk şey haritamı önüme alıp farklı diyarları aramak oldu. Kısıtlı zaman içerisinde yapabileceğim en iyi keşif tarihi Harput Diyarını ve köylerini pedallamak olacaktı. Hem tarih hem de doğa. Daha ne olabilirdi ki…
Muhteşem bir mimari zenginliğe sahiptir buralar. Kesme taştan yapılma eşsiz camiler, medreseler, kale burçları, minareler ve daha bir çoğu…
Anadolu’nun bağrında Selçuklulardan kalma ata yadigârlarıyla dolu olan bu şehirde eğik minaresi ile tanınan tarihi Ulu Cami ile karşılaşıyordum. Her ne kadar eğik minaresi ile tanınsada İtalya’da bulunan Pisa Kulesi’nden daha az biliniyor olması bizleri üzmüyor değildi. Oysaki yapılan araştırmalar sonucunda minarenin Pisa Kulesi’nden daha eğik bir açıyla temellendirildiği de tespit edilmiş.
Anadoluda’ki en eski Türk camilerinden biri olan Ulu Cami, 1156-1157 yılları arasında Artuklu Hükümdarı Fahrettin Karaaslan tarafından yaptırılmış. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından da birçok kez restorasyonu yapılmış. Geçmişimizden izler taşıyan bu mâbed halen daha ibadete açık bir konumda.
Dedim ya, bu tarihi şehirde camiler, medreseler, kiliseler bitmek bilmiyor. Her adım başında tarihten izlerle karşılaşıyorsunuz. Bu seferde ilginç ve bir o kadar da gizemli olan Arapbaba türbesi karşılıyordu beni. Mumyalandığı halde yaklaşık 700 yıldır çürümeyen Arapaba’nın naaşı Harput’un en önemli uğrak noktalarından birisi olmuş. 1279 tarihinde yapılmış olan Arapbaba türbesine her yıl yüzlerce kişi ziyarete geliyor ve burada dua ediyorlarmış. Arapbaba’nın naaşı cam bir sandukada bez ile örtülerek gelen ziyaretçilere gösteriliyor. Yani merak edilen çürümemiş cesedi göremiyorsunuz.
Dini açıdan birçok evliyaya, ulemaya ve alime ev sahipliği yapmış olan Harput, aynı zamanda Avrupa’dan kovulan ve aforoz edilen düşünürlerin, bilim adamlarının uğrak ve sığınak noktası olmuş. Dönemin en önemli ilim merkezi olmasının altında da bu yatsa gerek.
Kusursuz doğa, kusursuz güzellik bu topraklara has bir olgu. Uzayıp giden vadinin arasından süzülerek bir başka dünyaya, bir başka diyarlara adım atıyordum. Her tarafta dağ, tepe, mavi, yeşil ve yeşilin tüm tonları hakimdi. Bu güzellik eşliğinde uzaklardan gelen rüzgârın uğultusu bir başka hoş geliyordu kulağıma.
Yer yer yavaş, yer yer hızlı giderken yol kenarında yeşil bir tabela görüyordum. Tabelada Ejderha Taşı yazıyordu. Hemen tabelanın yan tarafındaki taşa baktığımda ise hiçte ejderhayı andıran bir taş göremiyordum. Taşa, ejderha isminin verilmesi ejderha kadar büyük olmasından dolayıymış. Sizce o kadar büyük mü? Eskiden büyükmüş fakat her gelen bir parça götürdüğünden taş olmuş g*tüm kadar. Her neyse!
Her zaman merak ettiğim ama hiçbir zaman gitmeye fırsat bulamadığım Buzluk Mağarasına bu sefer gidecek, içerisindeki buz gibi havayı soluyacaktım. Buzluk Mağarası kış aylarında sıcak, yaz aylarında ise soğukluğu ile bilindiğinden dolayı merak uyandıran bir doğal yapıydı.
Mağaraya ufak bir açıklıktan girerek dik merdivenlerden aşağıya doğru iniyorsunuz. Her basamak aşağıya indiğinizde buz gibi havayı iliklerinizde yavaş yavaş hissediyorsunuz. Eskiden mağaranın içerisinde buzdan sarkıt ve dikitler oluşurmuş. Fakat insan oğlunun tahribatından dolayı eski soğukluğunu koruyamayan bu mağarada artık kocaman buz parçaları oluşmuyordu. Ancak kaya parçalarının içerisinde yer alan ufak buzlanmaları görebilirsiniz.
Neden böyle, neden her şeyi mahvediyoruz? Yıkmak, tahrip etmek çok mu hoşumuza gidiyor? Bu böyle olmamalı. Daha tarihimize saygımız yokken bize sunulan muazzam doğadan ne bekliyoruz ki? Suyumuz kirli, havamız boğucu olmuş, kimin umurunda.
Çağımızın büyük Fransız Müslüman düşünür ve yazarı Roger Garaudy diyor ki:
“Ataların ocağına sadık kalmak, asla onların küllerini korumak değildir, ama ateşini yakmaktır.” Görüyoruz ki Elazığ insanı sadece ataların ocağına değil, aynı zamanda doğasına da karşı sadık kalamamış.
Bu buhranı bir yana bıraktım, bir de bu keskin Afrika güneşi eşliğinde bisiklet sürmek bir hayli zorluyordu insanı. Uzayıp giden erimiş asfaltın nahoş kokusu burnunuzu yakarak acınıza acı katmayı da çok iyi biliyordu. Hâl böyle olunca etraftaki yeşil ağaçların, sarı çiçeklerin kokusu bir kez daha kıymete biniyordu. Bu coğrafya her ne kadar bir Ege kadar, bir Marmara kadar yeşil ağaçlarla çevrili olmasa da; yer yer çam, ceviz, şeftali ve erik ağaçlarıyla çevrilidir. Evvel zaman önce olgunlaşmış ağaçların soğuk gölgesinde dinlenmek, meyvesinden tatmak bir başka haz veriyordu bu yolcuya. Yolcu da bu sevabı işleyen atalarına bir duayı, bir teşekkürü borç bilip arkasından gönderiyordu güzel sözlerini.
Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik. Bir baktık ki Kurtdere köyüne gelmişiz. Köye girer girmez buyur eden ve yediği yemeklere davet eden Hüseyin ve onun ailesiyle tanıştım. Bende, davetlerine icap edip, yemeklerine ortak oldum. Yediğimiz yemekteki biberin, patatesin, domatesin kendine has bir kokusu, eşsiz bir lezzeti vardı. Şu günlerde hasret kaldığımız bir olaydı bu. Doğala, yeşile hasrettik.
Ufak ama şirin bir kasabayı andıran bu köy, dalları meyvesinden dolayı sarkan yeşil ağaçlarla doluydu. Neredeyse her türden meyve ağacına rastlayabilirdiniz burada. İri iri kayısılar, pembeleşmiş erikler, salkım salkım üzümler… Burası her ne kadar bir cennet olmasa da cennetten bir parça olduğu kesindi. Kavurucu güneşin altında pedal çeviren bu yolcu için burası ayrı bir güzeldi.
Allah ne güzel yaratmış şu meyveleri. Her birinin ayrı birer lezzeti, kokusu, şekli var. Hiç biri birbirine benzemiyor fakat hepsi birbirinden güzel. Allah dünyayı yedi günde yaratmış ise, şu muazzam meyveler için ne kadar süre harcadı acaba ?
Kavurucu güneşin altında kalmaktan yanmış tenime değecek bir damla su herhalde buharlaşarak uçup giderdi. Ama bunu denemeli, yanmış tenimin üzerinde soğuk su damlacıklarını hissetmeliydim. Ve kaçırılmayacak bir fırsatı değerlendirip, Hüseyinlerin bağındaki buz gibi sulama havuzuna dalmayı bir marifet bilerek kendimi ödüllendiriyordum.
Artık gün, yerini koca bir karanlığa bırakmak üzereydi. Güneş, arkasında yoğun bir kızıllık bırakarak ağır ağır karşı tepelerden batıyordu. Ve bu yolcu, uzun ve yorucu geçen günü, cennetten bir parça olan Kurtdere diyarından uğurluyordu.
https://photographyofnia.com/2017/04/03/travel-to-faraway-places/
Yazılar da, fotoğraflar da harika… Hele meyvalar… Dokunup almak istedim. Teşekkür ederim. Sizi okurlarımla da paylaşmaktan keyif alacağım. Sitem private ama size davetiye gönderdim, umarım sizin de hoşunuza gider. Güzel bir hafta dilekleriyle, nia
BeğenBeğen