Dünyayı etkisi altına alan bir salgının ortasındayız. Küresel çapta tüm ülkeler bu salgın ile boğuşuyor. Bazı ülkeler salgınla başa çıkabilmenin yolunu buldu ve kontrol altına aldı. Bizim ülkemizde de salgın kısmen kontrol altına alınmış durumda. Salgının daha fazla yayılmasını önlemek için yaşamsal kısıtlamalar getirildi. Bu kısıtlamalar içerisinde en dikkat çekeni sokağa çıkma yasağı oldu. İnsanlar belli günler sokağa çıkamayacak, evlerinde kalacaklardı. Bu haber, keyfine ve eğlencesine düşkün milletimiz için can sıkıcıydı, fakat sağlık için gerekliydi. Sokağa çıkma yasağının temel prensibi insanların birbirleriyle olan temasını azaltmaktı. Yasak başlamadan önce ufak bir doğa yürüyüşü yapmaya karar verdim. Sağa sola uğramadan, etliye sütlüye karışmadan gidip gelecektim. Sadece doğa ve ben olacaktık!

Sıcak bir günde, çevresi yeşil otlarla çevrili Sarıçay Deresi’nde yürümeye başladım. Dere suyu ile beslenen sazlıkları, ağaçları, çiçekleri ve yosunları izliyordum. Bir ara güneş gözlüğümden dolayı renkleri tam seçemediğimi fark ettim. Doğadaki organik canlılığı çıplak gözlerimle görmem gerektiğini düşündüm ve gözlüğümü çıkardım. Gerçekten de çıplak gözün gördüğü renklerin ayrı bir güzelliği vardı. Yerdeki rengârenk çiçeklere basmamak için bir sağa bir sola geçiyordum. O kadar güzel çiçekler vardı ki; yaprakları ince ve geniş olan papatyalar, parlak kan kırmızısı gelincikler… Yerdeki çiçekleri izlerken kafamın üzerinde bir kuş sesi işittim. Gökyüzüne doğru başımı kaldırdım ve gözlerimle hızlıca kuşu aramaya başladım. İnce bir dala konmuş kadifemsi tüylere sahip ufak bir kuş gördüm. Bembeyaz kanatları ve nohut tanesi kadar küçük bir gagası vardı. Başından yukarı doğru fışkıran saçaklı tüyleri görülmeye değerdi. Yumuşak sesi kulağımda dalgalanıyordu. Her ses çıkarışında boğazı hafifçe şişiyor, davul gibi oluyordu. Bir şeyler anlatmak istercesine kesik kesik ötüyordu. Ne kadar da güzel bir sesi vardı! Bir süre sonra derenin karşısındaki ağaçtan başka bir kuş karşılık verdi. Bir bizim kuş ötüyordu, bir de karşı ağaçtaki kuş. Birbirleriyle konuştukları aşikârdı.

O sıra dalların ve çalıların arasından, ileride bir taş yığını fark ettim. İlk başta ne olduğunu anlayamadım, bulunduğum yerden seçemiyordum. Yaklaştıkça taş yığınının bir köprü olduğunu gördüm. Doğa ile baş başa kalmak için çıktığım yolda bir köprü keşfetmiştim. Heyecanla köprüye doğru koşmaya başladım. Adımlarımın ardı arkası kesilmiyordu. Bir ara sendeledim ve düştüm. Fakat, içimdeki heyecandan dolayı aldırış bile etmedim.

Köprünün etrafını yabani otlar bürümüştü. Altından ise bir yol geçiyordu. İnsanın ve suyun çoktan terk ettiği bu köprü benim için heyecan kaynağı olmuştu. Yerimde duramayıp bir çırpıda üstüne çıktım. Ayağımın altındaki taşları ellerimle yoklayarak inceledim. Kim bilir kimler geçmişti bu köprüden. Büyük ihtimalle Osmanlı döneminde yapılmıştı. Bir ara kendi kendime “İklim koşulları nedeniyle dere yön değiştirdi sanırım” dedim. Atlaya zıplaya aşağı indim ve köprüye birde uzaktan baktım. Tek gözlü, kesme taştan yapılmıştı. Yay gibi kemeri dikkat çekiyordu. Tek gözlü olmasından dolayı çok sağlamdı. Taşlar birbirine öyle bir kaynamıştı ki sökebilmek imkânsızdı. “Yapan kişi kıyamete kadar bu köprünün kalmasını istemiş” diyerek gülümsedim. Günümüze kadar tek parça gelmesinin nedeni de bu değil miydi?
Yazıdaki betimlemeleri ve fotoğrafları çok beğendim. Anlattıkça sıkılmadan okudum. Devamını dilerim
BeğenLiked by 1 kişi
Yorumunuz için teşekkür ederim. Bir sonraki sosyal inzivamda notlar toplayacağım.
BeğenBeğen
Şu sıkıcı günlerde valla oraya gitmiş, gezmiş, mis gibi temiz hava almış kadar oldum😊ayağına, yüreğine, kalemine sağlık 🤗
BeğenBeğen
Teşekkür ederim 👍
BeğenBeğen
Bu yapı bir göbeklitepe değil diye çürümeye terk mi edilmeli ?
BeğenBeğen
Maalesef terk edilmiş durumda. Resmi kurumlarca burası bir taş yığını olarak görülüyor.
BeğenBeğen